AŞIRI İFA GÜÇLÜĞÜ NEDİR?
Özellikle Covid-19 pandemisi döneminde, birçok şirketin kapatılması, sokağa çıkma yasakları, devlet tarafından getirilen kısıtlamalar, üretim ve fiili çalışmanın birçok alanda durması veya yavaşlaması gibi sebeplerle, sözleşmeler bakımından, Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenen “aşırı ifa güçlüğü” ve “ifa imkansızlığı” sıklıkla karşılaşılan kavramlar olarak tartışmaya açılmıştır. Hatta olağanüstü doğa olayları ve savaş gibi durumlarda ortaya çıkan mücbir sebep kavramı da çok tartışılmış, Covid-19 salgınının mücbir sebep olup olamayacağı da gündeme gelmiş, sözleşmenin imzalanmasından sonra ortaya çıkan salgın hastalık durumunun mücbir sebep olarak değerlendirilebileceği ancak pandemi ilan edilmesinden sonra artık bilinen ve öngörülebilen bir hal olduğundan mücbir sebep olarak dikkate alınmaması gerektiği genel görüş ve kanaatine varılmıştır.
Türk hukukunda sözleşmeler söz konusu olduğunda karşımıza çıkan “ahde vefa” prensibi, temel olarak sözleşmenin hükümlerinin geçerli olması gerektiğini ifade eder. Ancak ahde vefa prensibine sıkı sıkıya bağlı kalındığında ortaya çıkan ağır sonuçları bertaraf etmek veya yumuşatmak adına koşullar değiştiği takdirde mücbir sebep olmayan ancak beklenmeyen ve öngörülemeyen hal sayılan durumlarda, diğer bazı şartlar da gerçekleşmişse, aşırı ifa güçlüğü adı altında, hâkimin sözleşmeye müdahalesi, hatta onu değişen koşullara göre düzeltmesi, yani uyarlaması Türk Borçlar Kanunu’nda yapılan değişikliklerle mümkün hale getirilmiştir. Bu halde de sözleşmelerin yeni gelişen duruma uyarlanması için “uyarlama davası” söz konusu olur.
Çoğunlukla, hukukî temelin, Türk Medenî Kanunu’nun 2. maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralı olduğu düşünülür. Sözleşmeler bakımından, sebepsiz zenginleşme, imkânsızlık, esaslı unsurlarda temel hata ve ahlâka aykırılık gibi gerekçelere ek olarak dürüstlük kuralının da tüm bu unsurlarla birlikte ileri sürüldüğü sıklıkla görülmektedir. Türk Ticaret Kanunu kapsamında karşımıza çıkan “basiretli tacir” ve tacir olmanın bir gereği olarak düşünülen “öngörülebilirlik” esası acaba hangi hallerde değerlendirilmelidir. Örnek olarak, Fransız Hukuku, şartlar değiştiğinde güçsüz kalan bireyin korunmasına ilişkin hukukî ve sosyal politikaya değinerek, sözleşme etiği açısından ve özellikle insancıl yaklaşımla sözleşmenin her iki tarafının da hem bireysel hem de ortak çıkarları gereği sonradan “ortaya çıkabilecek güçlüklere duyarlı olması”nın denkleştirici adalet bakımından taraflar arasındaki aşırı dengesizliği göz önünde bulundurur.
Türk Borçlar Kanunu’nda, 138’inci maddede, “Aşırı İfa Güçlüğü” başlığı altında, borçlar kanununa getirilen yeni düzenlemeler ile ileri seviyede bir genel hüküm getirilmiştir. Hükmün, “Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir” düzenlemesi, uyarlama davası ile değişen koşulların mahkeme nezdinde değerlendirilerek sözleşmedeki koşulların değişen koşullara göre uyarlanabileceği anlamına gelmektedir. Yeni Borçlar Kanunu düzenlemesi ile getirilen hükmün amacı, basit bir anlatımla, kişiyi ekonomik sistemin belirsiz, öngörülemez ve ağır koşullarından koruyarak aslında yine ekonomik sistemin idamesine hizmet etmek ise de, maalesef Yargıtay kararlarında karşılığını bulamamıştır. Ülkede sıklıkla yaşanan ekonomik krizler bakımından önceleri Türk Ticaret Kanunu’ndaki “basiretli tacir” kavramı ile tacirleri ekonomik krizler ve döviz kurlarındaki aşırı değişkenliğe karşı korumayı reddeden Yargıtay, şimdilerde tüketiciyi de aynı korumadan mahrum ediyor.
SÜREKLİ EKONOMİK KRİZLİ TÜRKİYE YAKLAŞIMI
Yargıtay ve Hukuk Genel Kurulu yaklaşımının, Türkiye’de yıllardan beri ekonomik sıkıntılar olduğu, istikrarlı ekonomiye geçilemediği, devalüasyonların önceden tahmin edilemeyecek bir keyfiyet olmadığı, kur politikalarının değişken olduğunun sıradan ve öngörülebilir olduğu görüşü ile uyarlama davalarının reddedilmesi gerektiği olması, gerek tacirler bakımından gerek ise tüketici bakımından telafisi güç zararlara sebebiyet vermektedir.
Ekonomik kriz olgusunu, Türkiye’de olağan ve sıradan bir durum olarak gören yaklaşımın, esas varoluş sebebinin hukuki yararın korunması olduğunu hatırlaması gereklidir. Ayrıca ülkeyi sürekli ekonomik krizli gören yaklaşımın da ayrıca sorgulanmasını gerektirir. Ek olarak genellikle son yıllarda hakimler tarafından bir iki yargıtay kararına bakarak o yönde karar verme eğiliminin de incelenmesi mesleki etik ve hukuk devletinin bir unsuru olarak gerekli hale gelmiştir. Toplumsal olarak ise hukuka ve yargıya güven temelinin sarsılmasına ve muğlak bir durumun yaratılmasına sebebiyet vermekten öteye geçememektedir.
İşlem temelinin çökmesi prensibinden hareketle, mevcut sözleşme kapsamında kanunun sağladığı imkan, dezavantajlı hâle gelen tarafın sözleşmenin uyarlanmasını talep edebilmesi veya sürekli borç ilişkilerinde fesih veya dönme hakkının kullanılabilmesidir. Bu şekilde amaçlanan, avantajlı ve dezavantajlı taraf bakımından denkleştirmenin sağlanabilmesidir. Bir sözleşmede her iki tarafın ortak çıkarı olduğundan, her iki tarafın çıkarlarının denkleştirilmesi esas alınmalıdır.
Özellikle, 2000’li yıllardan sonra Hukuk Genel Kurulu tarafından kademeli olarak geliştirilen ve en sonunda tüketici kredisinde bile dayatılan “sürekli ekonomik krizli Türkiye” bakış açısı, Türk Borçlar Kanunu’nun 138’inci maddesini ve hükmün uygulanma alanını amaca aykırı bir şekilde daraltarak sanki sadece savaş ve doğal afetlerde uygulanabilecek bir madde haline dönüştürmektedir. Oysaki savaş ve doğal afetlerle ilgili mücbir sebep kavramından yola çıkmak gerekir. Yine Borçlar Kanunu düzenlemesi ile getirilen aşırı ifa güçlüğü kavramı, mücbir sebep halleri ile yorumlanamayacak ancak bireylerin öngörüsünden yola çıkılamayacak, beklenmeyen, toplumu olumsuz ve derinden etkileyen ekonomik krizlerin de mücbir sebep hallerinden farklı olarak değerlendirilebileceği bir amaca yöneliktir. Zira her ekonomik kriz ve döviz kuru dalgalanması önceden öngörülebilir olamaz ve olması da beklenmemelidir. Kaldı ki, tacir ve tüketici arasındaki öngörülmezlik şartı değerlendirmesi de ayrı tutulmalıdır.
Av.Bilun Elmacıoğlu